yıllar önce okulda halen cok sevdiğim bir yazarın “Kelimeler” başlıklı bir yazısını okumuştum… 17 yaşında küçük bir kız çocuğuyken kalbimin derinliklerinde iz bırakan bu yazıda yazar kullandığımız kelimelerin, anlattığımız hikâyeyi nasıl nitelediğinden ve bu kelimelerden oluşan hikâyenin hayatımızı ne denli etkilediğinden bahsediyordu. Yazının derinliğini kavrayacak kadar hayat tecrübesine sahip değildim belki ancak mühim bir yazı okuduğumu kesinlikle hissediyor, içgüdüsel olarak yazıyı içimde bir yerlerde kayıda geçiyordum. İçimden bir ses, bir gün bu yazının önemini daha iyi anlayacağımı söylüyordu. Günler geçti, aylar geçti, yıllar geçti, yaşam denilen hayat yolculuğunda nice insanlarla yolum kesişti… İnsanlar bana kendi hikâyelerini anlattılar, ben kendi hikâyemi anlattım, en çokta kendi kendime hikâyeler anlattım. Sonra bir gün fark ettim ki herkes seçtiği kelimelerle gerçekte olanı şekillendirip, kendine has bir anlam çerçevesine yerleştiriyor, ve gerçekte olanı kendi kelimeleriyle değiştirip, kendine özgü bir hikâye oluşturuyor. İşte o kendi seçtiğimiz kelimelerle anlattığımız hikâyeler koca bir hayat olarak karşımıza çıkıyor.
Ah ne güzel kadındı, bir o kadar da akıllıydı. Ancak hayat ona ayrıcalıklı davranmayacak, karşısına türlü zorluklar çıkaracaktı. Çocukken aldığı derin yaraların üzerine kibir, kötümserlik ve korku eklenince ortaya yaşadığı her olayı en olumsuz hali ile anlatan, öfke, hırs ve pişmanliğın gölgesinde en inatçı tomurcukları bile solduran bir hikâye anlatıcısı duruyordu karşımda. Onu ne zaman dinlesem, kullandığı kelimelerin şiddeti, harareti ve yakıcılığı ürkütürdü beni. Evet, çok kolay değildi yaşadıkları, ancak yaşadıklarını anlatırken kullandığı kelimeler herşeyi daha da zorlaştırıyordu… Yaralarını sarmak yerine, anlatım dili yaralarina tuz basar gibiydi. Öyle ki hikâyesini anlatırken daha çok acı çektiğini görürdüm. Yaşadıklarından çok hikâyesini anlatmak onu yaralıyor gibiydi. Onu dinlerken gözümünün önüne şefkâtle başının okşanmasını bekleyen bir çocuğun hunharca dövüldüğü iç burkan bir sahne gelirdi. Seçtiği kelimelerle kendini döven, hayatını döven güzel bir kadındı o. Bazenleri hikâyesini anlatırken müdahale eder, hikâyesine nefes aldırabilecek kelimeler kullanmasını teklif ederdim ancak o kadar alışmıştı ki çirkin kelimelerin hükümdarlığına, güzel kelimelerin hikâyesinde yer almasına müsade etmezdi. Kızardı bana, sonra kaldığı yerden beni hayatının çirkinliğine ikna etmeye çalışırdı. Kendi kendime düşünürdüm, onu asıl korkutan neydi? Hayatının çirkinliği mi yoksa hayatının güzel olabilme ihtimali mi?
Yaşlı bir adamdı o, 74 yaşında tamı tamına. Sağlık sorunlarından bahsetmeyi sevmezdi, yaramaz bir gülümsemeyle dizlerinin artık futbol oynamasına müsade etmeyeceğinden yakınırdı. Aslında kemik erimesi vardı ve dizleri onun artık çokta uzak olmayan mesafeleri bile yürümesine izin vermiyordu. Ama o bunları dile getirmeyi sevmezdi. Dans etmeyi severdi, Arjantin Tangosu en büyük tutkusuydu. Darmstadt´ta küçük bir dans okulunda erkek dansçı bulunamadığında partnersiz olan kadınlara gönüllü eşlik ediyordu. Herkes onunla dans etmek için yarışırdı, sınıfın en beğenilen genç danscısı ondan başka kimse ile dans etmezdi. Cebinde biriktirdiği müthiş hikâyeleri vardı, bir şeyi anlatırken seçtiği kelimeler özenli, espirili ve merak uyandırıcıydı. Hayat onu da herkes gibi türlü sınavlardan geçirmiş, dara çekmişti. Ancak onun hayattan bahsederken kullandığı kelimeler bir tüy hafifliğindeydi. Başından geçen hoş olmayan şeyleri anlatırken bile öyle bir titizlikle seçerdi ki kelimelerini, anlattıkları ne kendisini ne de dinleyenleri incitirdi, sadece tatlı bir hüzün hissedilirdi. Acılarda boğulmak yerine hüzünlü hikâyesinde sörf yapmayı tercih etmiş yaş almış bir genç adam dı o benim için. Kelimelerine gösterdiği alâka ile hayatının dümenini eline almış usta bir kaptan belki de…
Şubat 2025 / Gülsen ADALI